Özgürlük paradoksu

"....ruhumuzun içinde kar yağar/anamızdan doğduğumuz geceden beri/heybemizi emektar makinalara yükleriz/fikirlerimizi tıfıl vinçlere.../iri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz/biz yangında koşuyu kaybeden atlarız/biz kirli ve temiz çamaşırları/aynı zaman aynı minval üzere katlarız/biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız..." Sezai Karakoç

İnsanoğlunun bilinen tarihi boyunca yöneten ve yönetilen olarak bölünmüş toplumların siyasal düzeni "aynı hikayenin sonsuz tekrarı" gibidir. Silahı parayı ve bilgiyi elinde toplayanlar geri kalanları yönetir. Yönetilenler ise ya bu düzene başkaldırır ve çoğunlukla yenilirler veya uysalca boyun eğer ve mümkün olduğu kadar bu düzen içinde mutlu ve huzurlu bir yaşam kurmakla meşgul olurlar.

Siyasal iktidar, yönetenlerin kendi arasında el değiştiren ve "ele geçirme" kavgasına konu olan bir erk alanıdır. Yönetilenler bu kavgada taraf değildir, sadece talep eden veya muhalefet eden bir "dış faktör"dür. Devlet denilen aygıt, yönetenlerin kendi arasındaki hegemonya kavgasını denge durumunda çözen ve çoğunlukla "dış faktör" olarak yönetilenlerin denetlenmesi üzerinden bunu sağlayan harika bir buluştur.

Yönetilenler denetim altında tutuldukça yönetenler, aralarındaki sorunları anlaşarak çözerler. Bu durumda yasalar geçerlidir. Denetimden çıktıkları durumlarda ise kılıç devreye girer. İç savaş, ihtilal ya da darbe olarak bilinen toplumsal altüst oluşlar sonucunda yönetenler yeni bir uzlaşma ve denge durumu daha kurarlar. Bu düzen böyle devam edip gider.

Sonuçta her durumda bütün toplumların güç sahibi bir egemen sınıfları ve güçsüzleştirilmiş geniş yığınları vardır.

Bilim, din, ideoloji ve töreler çoğunlukla işte bu "düzenin sonsuz tekrarı"na hizmet eden ve her durumda yönetenlerin, daha doğrusu "iktidar olma" ve "yönetme" ideolojisinin kazandığı kavgaların silahları olarak işlev üstlenirler.

Bu hikaye, hayat denilen trajedinin özü ve özetidir. Bütün peygamberlerin uğrunda acı çektiği asıl dava budur; insanları yönetilen olmaktan kurtarıp yalnızca Allah'a kul olan özgür ve onurlu insanlara dönüştürmek.

İbrahim (a.s.)ın, Musa (a.s.)ın, İsa (a.s.)ın ve Muhammed (a.s.)ın bütün kavgası bunun için olmuştur.

Yönetilenlerin içinden çıkan ve muhteva itibariyle benzer bir gaye uğruna başkaldıran erdemli insanlar da aynı yolun yolcusu olmuşlardır.

Spartaküs isyanı, Hz. Hüseyin'in kıyamı, köylü ayaklanmaları, devrimler ve kurtuluş mücadelesi yönetilenlerin erdemli yanının başkaldırı örnekleridir.

Peygamberlerin uğrunda ölümlere yattığı bu kavga ya başarısız olmuş veya başarılı olduktan hemen sonra amacından sapıp eski düzenin yeniden tahkimi ile sonuçlanmıştır. Yahudilik (eski) Mısır ve sonra İbrani Krallıklarının, Hıristiyanlık Roma'nın, İslam ise Emevilerle başlayıp Osmanlı ile devam eden serüvenin resmi ideolojisi olarak yönetenlerin yönetilenleri denetleme aracına dönüşmüştür.

Spartaküs ve Hz. Hüseyin kanlı yöntemlerle katledilmiş, tıpkı bunun gibi diğer bütün ayaklanmalar bastırılmış ve bütün devrimler hemen sonra eski düzenin yeni kılıkla devam ettirildiği yeni tip bir "harika buluş" olarak tarihe geçmiştir.

Kazanan her zaman yönetenler ve yöneten/yönetilen düzeni olmuş, kaybeden ise geniş yığınlar, yoksullar, güçsüzler, mazlumlar, halk, kitle ve erdemli insanların kurtuluş umudu olmuştur.

Bu kazanan/kaybeden denklemi, içinde insanoğlunun en temel sorunu olarak özgürleşmenin ilk paradoksunu barındırır. Paradoks basit ama çarpıcıdır; kazanmak için güçlü olmak gerekir. Güçlü olunca ise bu kavganın anlamı kalmamaktadır. Zira silah, para ve bilginin hegemonik sahiplenilişi anlamında güçlenmektir zaten özgürlüğü yokeden.

Bu nedenle peygamberlerin başarılı örnekleri, devrimlerin görkemli zaferleri kısa bir süre sonra "amac"ın tam tersine eski düzenin yeniden kuruluşuyla sonuçlanmıştır.

Bu anlamda özgürlük mücadelesinin kazanması, hep kaybetmesi demek olmuştur.

Özgürlük paradoksu, hem yenildikçe hem kazandıkça kaybedilen bir tarihsel ironidir.

Özgürleşme çabası, varolan gerçeği kabullenememe ve ideal olanı tahayyül edebilmeyi içerir. Ne var ki gerçekten koptukça yabancılaşma yaşanır. Oysa varolan gerçek zaten bir tür yabancılaşma olduğu için kabullenilmez olunmuştur. Burada özgürlük paradoksunun ikinci boyutu yaşanır: İdealizm ve realizm denklemi. Bu denklemde, realizm varolan düzene teslim olmayı, idealizm ise teslim olmamak için gerçeğe yabancılaşıp, sonuçta gerçeği dönüştüremeyecek hayallere sığınarak düzeni devam ettirmeyi ifade eder. Yönetilenlerin çocukları gençliklerini idealizmle, ileriki yaşlarını ise realizmle yaşarlar. İdealizm döneminde başkaları için kendilerini, realizm döneminde ise kendileri için başkalarını feda ederler. Her durumda da yıkım ve tahribat temelinde bir yaşam vardır.

Yönetenlerin çocukları, doğuştan itibaren buyurganlığı, hükmediciliği ve otoriter davranmayı öğrenirler. Az riskle çok iş yapmayı, düzeni devam ettirebilme asabiyetini ve rasyonel düşünmeyi öğrenirler. Evleri, dışarıdaki düzenin mikro örneği gibidir. Hizmetçileri, dadıları, aşçıları, şoförleri vardır. Onlara emir vererek büyürler. Onların sahibi olduklarını erken kavrarlar.

Yönetilenlerin çocukları da "düzen"le ve kaderleriyle evlerinde tanışırlar. Emir almayı ve isyan etmeyi öğrenirler. En basit bir talep için kavga etmeyi ve hırpalanmayı öğrenirler. Kendilerini ancak ve sadece ötekini bastırdıkça öne çıkarabilecekleri bir dünya da büyürler. Geliştirebildikleri tek yetenek, yıkarak yapmaya çalışma güdüsüdür. Bu nedenle en güçlü olanları dahi hakim değil despot, sahip değil bağımlı, bilge değil ukala olur. Silah, para ve bilgiyi, çoğunlukla tüketmek için ve yönetenlere hizmet edici tarzda kullanmayı bilirler. Yönetilen olmayı erken benimserler.

Dinler, ideolojiler ve töreler, işte bu "kişilik"lerin prizmasında kırılarak amaçlarının tam tersi bir işlev görür. Özgürlük çağrıları ve özgürleştirici öğretiler, işte bu bünyeler üzerinde ölümcül bir paradoksun malzemesine dönüşür. İşte bu paradoksların derin sonuçlarını kaldıramayacak kadar cesur ve onurlu insanlar gün gelir "ben oynamıyorum" der. "demek gerçek bu!" der, "Hiçbirşeye katılmıyorum" der, "Hepinizin ve herşeyin canı cehenneme" der, "bu kadar korkağı, pisliği, yobazı, görmemişi, bezirganı, gizli faşisti, gelişmemiş yaratıkları yetiştirip, besleyip, Allah ya da özgürlük adına yeni efendilerimiz yapabilmek için mi uğraşıyoruz yani" der, "biz yangında koşuyu kaybeden atlarız" der, ve susarlar.

Yönetenler bir kez daha kazanır, düzen yine tahkim olur, tarihin ironisi son olmayan defa tecelli eder. Güneşin altında yine değişen bir şey olmaz. Boşlukla asılı duran ağır bir çarkı döndürüp durmak gibidir artık hayat.

Özgürlüğün paradoksu işte budur.

Bu paradoks, koşu bittikten sonra da koşacak atlarla aşılır.